Marmara Açık Ceza İnfaz Kurumu’ndaki 2 numaralı duruşma salonunda yapılan duruşmaya Ekrem İmamoğlu ve avukatları katıldı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile bazı partililer de izleyici olarak salonda yer aldı.
İmamoğlu, bir panelde Başsavcı Gürlek ve ailesine yönelik ifadeleri nedeniyle “terörle mücadele eden kişileri hedef göstermek”, “hakaret” ve “tehdit” suçlamalarıyla yargılanıyor. Duruşmada mütalaasını açıklayan savcı, İmamoğlu’nun 2 yıl 8 aydan 7 yıl 4 aya kadar hapisle cezalandırılmasını talep etti.
Mahkeme başkanı, savcılığın esas hakkındaki mütalaasını dosyaya sunduğunu belirtti. Mütalaada İmamoğlu’nun “kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret”, “tehdit” ve “terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek” suçlarından cezalandırılması istendi. Ayrıca savcı, Türk Ceza Kanunu’nun 53. maddesi uyarınca siyasi yasak uygulanmasını da talep etti.
“Zorla götürün beni” tepkisi
Duruşmada savunmasını yapan Ekrem İmamoğlu’nun ifadesinin ardından mahkeme başkanı, oturuma 5 dakika ara verdi. Bu sırada jandarma, İmamoğlu’nu salondan çıkarmak istedi. Tepki gösteren İmamoğlu, “Çıkmak istemiyorum, zorla götürün beni” dedi ve yerinden kalkmadı. Ardından Özgür Özel’e dönerek “Tekrar başımız sağ olsun” ifadelerini kullandı.
Aranın ardından mahkeme heyeti, duruşmayı 16 Temmuz 2025 tarihine erteledi.
Ekrem İmamoğlu’nun savunma metninin tamamı şu şekilde:
Sadece on gün önce, dünya hayatının fâni olduğunu bir kez daha derinden hissettik. Bu dünyadan göçerken insanlara güzel duygular bırakmayı başaran, ebediyete bu zarafetle yürüyen en özel insanlardan birini, Ferdi Zeyrek’i kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşadık.
Yanı başımızda, ülkemiz ve yakın coğrafyamız için çok kritik bir döneme girdiğimiz bir savaş ortamının tam ortasındayız. İsrail’in yıllardır Filistin’e yönelik saldırıları, özellikle de Gazze’de yaşanan büyük insanlık dramı, ne yazık ki dünyanın sadece izlemekle yetindiği, müdahalede bulunmadığı, tarihin en korkunç insanlık trajedilerinden biridir. Bugün fütursuzca yürütülen İran saldırısı da hep birlikte kınadığımız bir olaydır; ancak ülke olarak kınamanın ötesinde bir tutum sergilememiz gerektiği de açıktır.
Tarih boyunca bazı savaşlar sadece toprak için değil, aynı zamanda zihniyetlerin, rejimlerin, yönetim biçimlerinin çatışması olarak yaşanmıştır. Mecbur kalmadıkça savaşın bir cinayet olduğunu söyleyen Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerinin aksine, bu çatışmalar ne yazık ki böyle bir anlayışla sürdürülmektedir. Ülkelerde demokratik denetim ortadan kalktığında, halkı temsil etmek yerine sadece iktidarı ayakta tutma arzusu hâkim olduğunda, devlet sistemi ve bilhassa kurumlar örselendiğinde bunun doğal sonucu savaşlar ve insanlık dramlarıdır.
Bu nedenle, medeniyetin beşiği olan cennet vatanımızda, milletimiz adına güçlü bir gelecek inşa etmek için demokrasinin ve adaletin en güçlü şekilde temsil edildiği bir ülke yaratma zorunluluğumuz vardır. Kurumları güçlü, iktidarı şeffaf, siyasetçileri hesap veren adil bir düzene ihtiyacımız vardır.
Bugün Silivri’deyiz. Marmara Kapalı Ceza İnfaz Kurumu içindeki mahkeme salonunda, hakkımda açılan davanın ikinci celsesi için yargı önündeyiz. Oysa Çağlayan’da olmamız gerekirken, buradayız. Yüce Türk yargısı için burada olmayı ve bu şekilde yargılanmayı asla kabul etmiyorum, içime sindiremiyorum. Türkiye’ye büyük maddi, manevi ve uluslararası itibar kaybı yaşatan bir operasyonun sonucu olarak buradayız.
Cevabı olmayan ama en net soruyu soruyorum:
Tutsağız. Zindandayız. Manevi bedeli ağır, moral bedeli ağır, ekonomik bedeli ağır. “Ben ekonomistim” dediği için değil; gerçekten ekonomist olan kişilerin hesabına göre bu operasyonun bedeli yaklaşık 150 milyar dolar. Krizlerin içinde boğulurken bu bedel neden ödeniyor?
Ben neden Silivri’de tutsak, zindandayım?
Buradan milletimize bir kez daha haykırarak soruyorum:
Biz yargılanıyor muyuz? Hayır!
Biz 90 gündür, hatta bazılarımız 250 gündür tutsak; yargı tacizine maruz kalıyoruz. Psikolojik işkence ve düşman hukuku ile karşı karşıyayız. Kumpaslar, iftiralar, algı operasyonları, gizli tanık yalanları ve geçmişi suç dolu insanların iftiralarıyla esir tutuluyoruz. Bu bir yargılama değil, doğrudan cezalandırmadır.
Türkiye tarihinde görülmemiş uygulamaları bu millet yaşadı:
Şafak vakti evlerden insanlar alındı; beş gün boyunca nezarette, pislik içinde, aç ve susuz bırakıldılar.Tutsak arkadaşlarımız yargı mensupları tarafından tehdit edildi.Aileleri ve işleri ile tehdit edilerek iftiraya zorlandılar.600–700 kilometre mesafelere, onlarca arkadaşımız acımasızca sürgün edildi.Kadınlara daha büyük zulümler yapıldı; iftiraya zorlandılar.Avukatların savunma hakları ellerinden alındı; gizlilik kararlarıyla susturuldular.Gençler, aylarca protesto yaptıkları için hapiste tutuldu.
Ne yazık ki milyonlarca insanı temsil eden belediye başkanları, siyasi yol arkadaşlarımız, kıymetli bürokratlarımız haksız ve hukuksuz bir şekilde hapisle cezalandırılıyor. Millet açlık ve sefalet içindeyken, bu zulüm koltuk hırsıyla yapılıyor.
Bu süreçte, benim ülkem adına en büyük idealim; bir hukuk devleti tahayyülüdür.
Ancak öyle bir hukuk devleti ki; yalnızca metinlerde değil, uygulamada da adaleti esas alsın. Hâkimin önündeki dosyada isim değil delil, düşünce değil eylem, aidiyet değil hukuk konuşulsun. Savunma, yargının asli unsuru olarak saygı görsün. Hiçbir yurttaş, hak ararken korkmasın. Bir insan, fikrini beyan ettiğinde değil, susmak zorunda bırakıldığında tehdit altında olduğunu hissetsin. Kararı veren yargı mensupları, yani adaleti sağlamakla mükellef şerefli insanlar verdikleri kararlardan dolayı herhangi bir korku veya endişe yaşamadan, bağımsız ve tarafsız olarak düşünsün, karar versin.
Benim tahayyül ettiğim hukuk devleti; iktidarların değil, adaletin hüküm sürdüğü bir düzendir.
Ama bilinmelidir ki; bir ülkeyi ayakta tutan ne silah gücüdür ne servet birikimidir. O ülkeyi ayakta tutan tek şey adalettir, haktır, hukuktur.
Ve adaletin olmadığı bir memlekette ne yatırım olur, ne huzur olur, ne de gelecek. Ne refah olur, ne bereket olur, ne de zenginlik.
O yüzden bu mücadele yalnız benim değil, bu ülkenin tüm çocuklarının, torunlarımızın, gelecekte bu mahkeme salonlarını adaletin evi olarak görmek isteyen herkesin mücadelesidir.
Ben işte bu inançla, bu umutla, bu ideal uğruna direniyorum.
Her gün “Yargı bağımsızdır” demeci verince yargı bağımsız olmuyor. Yargı bağımsızlığı için irade gerekir. Aksi halde 100 kuruma iş yapan birine “çete” dersiniz; 5 CHP’liyi hedef alır, 95’ine dokunmazsınız; sonra o “çete” dediğiniz kişiyi serbest bırakırsınız. Bu, hukuk devleti değil, üstünlerin hukuku olur.
Hayalini kurduğum bu hukuk sistemi, bu binadaki herkesin—hakiminden avukatına, güvenlik görevlisinden genel başkanımıza kadar—evlatlarına, torunlarına eşit şekilde muamele edilmesini sağlar. Hiçbir çocuğumuz sabah baskınıyla evinden alınmaz. Hiçbir yurttaşımız, düşüncesi nedeniyle düşmanlaştırılmaz.
Ben, bu ülkenin her insanını seven bir yönetici olarak çocuklara ayrı bir sevgiyle bakan, insan sevgisini yüreğinde taşıyan biriyim. Bizim idealimiz; üretken, düşünen, yaratıcı, doğaya saygılı, kindarlıktan uzak, dünya ile rekabet edebilen bir gençliktir. “Benden olmayan bertaraf olsun” demeyen bir anlayışla, milletin tüm evlatlarını mutlu etmek hedefimizdir.
Evet, mücadeleye devam ediyorum. Bu, sadece benim ya da yol arkadaşlarımın değil; milletimiz adına verilen büyük bir mücadeledir.
Neler yaşadım, neler:
Ahmak Davası: Hadi anlatın bakalım, neden hâkim değişti? 2,5 yıldır neden istinafta bekletiliyor?Seçim İptali: Koca İstanbul halkını, iradesini nasıl suçladınız? Sandıklar, görevliler suçlu değil ama seçim iptal. O hâlde soruyorum: Kim çaldı?Büyükçekmece Davası: 1000 gün oldu, dört duruşma geçti, savcı yok, mütalaa yok. Bu nasıl bir kötülük?Bilirkişi Davası: 24 dosyada aynı kişi bilirkişi! Bunun tesadüf olduğuna, bir olasılık olduğuna inanmamızı bekliyorlar yahu, hangi akıl ile dalga geçmektedir, bu milleti küçümsemektir. Avukatlarım suç duyurusunda bulundu, ses yok. Ben bu haksızlığı milletime açıklayınca hemen resen soruşturma! Bu mudur hukuk?
Ve gelelim en vahim meseleye:
Gelelim turpun büyüğüne, dananın kuyruğuna, ahtapotun kollarına… Benim anamın ak sütü gibi helal diplomamı bir koltuk uğruna iptal ediyorsunuz. 28 kişinin daha hayatını mahvediyorsunuz. Savcılık bu işi hızlandırmak için devreye giriyor! Bu yapılır mı?
Ülke yanıyor. Ekonomi çökmüş. Millet umutsuz. Çocuklar ağlıyor. Ama siz hâlâ cezalandırma peşindesiniz. Resmim yasak, sesim yasak, sosyal medya yasak… Ama bilin ki milletin gönlünden beni silemezsiniz. Sevgi büyür, büyür, büyür!
Güç gösterisi, zayıflığın alametidir.
Bir iktidarın en zayıf hali, muhaliflerini tutukladığı andır.
Meşru bir iktidar, böyle bir zulme tenezzül eder mi? Etmez.
Karizma, elindeki yetkiyi masum insanlara karşı kullandığın anda yerle bir olur.
Bir ülke yanlış yolda ısrar etmez. Eğer ederse, bu kibirdir.
Bunun adı patika bağımlılığıdır. Türkiye başka bir yol gösteriyor. Dünya ve konjonktür bizi başka bir yöne çağırıyor. Bu dönemi ıskalarsak gençlerimize ve geleceğimize yazık olur. Buna müsaade etmeyeceğiz, derdimiz budur.
Bizim derdimiz budur: “Devletin dini adalettir.” “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” Bu ilkelerle yürümek zorundayız.
Vazgeçin!
Bu ülkeyi uçurumun kenarına getirmekten vazgeçin!
Beni ve arkadaşlarımı tutuksuz yargılayın. Çağırın, gelelim. Saygısızlık etmeyiz ama biz de saygı bekleriz.
Etrafımızda hemen tüm bölgeye yayılma riski gösteren ağır bir jeopolitik kırılma yaşanırken, Türkiye ağır sorunlarının üstüne bu kırılmaların yarattığı siyasi ve iktisadi risklerle boğuşurken, iktidarın da tabiriyle “iç cepheyi güçlendirmek” dışında artık yol yoktur.
Bu ülke karşılıklı uzlaşma ortamından, birlikten, beraberlikten, adaletten zarar görmez.
Bugün artık herkes için şapkayı önüne koyup düşünmekten başka yol yoktur. Ya bu ağır resmi değiştireceğiz ya da geleceğimizi kaybedeceğiz.
Millet büyüktür.
Bu toprak, bu bayrak, bu makamlar milletindir.
Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.